2.7.10

Büyük öğrenci evinden Gökçekkent’e...

İstanbul kökenli bir Ankaralı olarak, acıyan bakışlarla karşılaşmaya alışığım. Her köşesinde devletin hazır ve nazır olduğu, bürokrat, siyaset çamuruna bulanmış, renksiz, denizsiz Ankara’ya nasıl tahammül edilebildiğine sadece İstanbulluların değil birçoklarının aklı ermez. Oysa hiç tahammül falan demeyelim, Ankara’nın insanlarını buraya can-ı gönülden rapteden bir cazibesi vardı pekâlâ. İlk söyleyeceğim: Bir küçük-büyükşehir cazibesi. Büyükşehir konforlarını küçük ölçekte sunan bir şehir. Her yerden her yere çok vakit kaybetmeden gidilebilen, derli toplu... Kızılay’da ‘herkese’ rastlayabileceğiniz kadar küçük ve samimi, mahremiyete izin verecek kadar büyük ve anonim. Dozu ayarlanmış metropol telaşı; hafakan bastırmayan taşra sıcaklığı.

Memur ve öğrenci şehri denir ya buraya... Bürokratın soğukluğunun ve dar kafalılığının mekândaki izdüşümü gibi görülür ya... Banaysa Ankara’nın öğrenci kimliği daha baskın görünür. Ankara’da hayatın enerji kaynağının, üniversite öğrencilerinin hayat tarzı olduğunu, dahası bu hayatın dokusunu onların oluşturduğunu düşünürüm. Uzun ev sohbetleri, hararetli tartışmalar, birbirine zaman ayırmak... Derin dostluklar, sadakat duygusu... Ankaralı, aşkını en çok birbirinden çıkarır. Çünkü insanlar birbirlerine çok düşerler. Belki, Ankara’yı karalarken hep söylendiği gibi, yapacak başka şey olmadığındandır. Varsın öyle olsun. Kısacası, talebe romantizmi Ankara’da daha uzun sürer.


Ankara’ya atfedilen ‘aşırı’ siyasilikte de, sadece devletlû siyaset esnafının dünyasını görmemek lâzım. Öğrenci milletinin siyasi heyecanının verdiği rengi unutmamalı. Ankara’yı pejmürdeliği, sadeliği ve ‘dostluğuyla’ (Ankaralı has yazarın, Barış Bıçakçı’nın ‘Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’sini anıyorum) kocaman bir öğrenci evi gibi tahayyül etmek, biliyorum, tabii ki Ankara’nın sadece bir yüzünü anlatıyor. Ama muhtelif çehreleri arasında böyle bir çehresi de var pekâlâ. Üstelik, bu çehrenin, 1960’lar ve 70’lerden, 80’lere dek şehre damgasını vuran bir hegemonyası olduğunu düşünüyorum. Söyleyeceklerime geçmiş zaman kipinde başlamıştım; şu üç buçuk paragrafa sığdırdığım Ankara şehrengizi, o vakitlere aittir.

Zamanımızın Ankara’sında da bu şehrengizin hayaletine rastlayabilirsiniz ama şehre damgasını vuran, artık başka bir ruhtur. Ankara’yı taşralaştıran, pahalılaştıran, görgüsüzleştiren, agresifleştiren, ciddi bir beyin göçünü tetikleyen bir ruh. Ankara, köprülü kavşaklar ve alt-üst geçitlerle yayalara karşı bir iç savaş yürüten ve kamusal olmaktan gitgide uzaklaşan kamusal alanlarıyla, ‘bin kişiye düşen metrekare’ hesabıyla Avrupa’da ‘şampiyon’ olan alışveriş merkezleri ve bunları birbirine bağlayan şehir içi otoyolların hükmü altında, lime lime edilmiş bir uydu-kentler federasyonu veya bizzat devasa bir uydu-kenttir. ‘Gökçekkent’ diyelim biz ona. Allah muhafaza, sakın ‘Gökçekkent-1’ olmasın?

Tanıl Bora

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder