21.2.11

behzat ç., ankara’dır

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Murat Sevinç'ten nefis bir Behzat Ç.-Ankara yazısı...

behzat bahar’a evlilik teklif etmiş, bahar düşünmek için süre istemişti. düşündü ve kabul etmedi; “mutsuz oluruz” dedi. behzat, bahar’a bakıp “mutlu olunacak diye bir kural yok ki, biz de mutsuz olalım; olmaz mı?” diyerek yanıtladı. mekân, gençlik parkı’ydı. türkiye dizilerinde karşılaşmaya pek de alışmadığımız düzeyde bir diyalogdu bu. emrah serbes’in romanlarından uyarlanan ankara polisiyesi behzat ç., ankara’da çekildiği için tanık olduk. istanbul’da çekilseydi dizi; bahar o yanıtı verirdi de er kişiden duyamazdık cemal süreya dizelerini hatırlatan sözleri. yaklaşık yirmi hafta, dehşetli dramatik oyunculukla, anlamsız sözler sarf edip defalarca sahilde buluşur ve her birinde birbirlerini yeniden yanlış anlayıp yeni, uzun, saçma ve sıkıcı hale dönüştürürlerdi hikâyeyi. behzat ç’de olmadı; malum, cemal süreya da ankara’dan geçmişti! 1980’den sonra bir dönem dışında, kendisini hiç sevmeyen yönetimlerin elinde acı çeken ankara’nın ve ankaralının kaderi, istanbul’da yaşayanlarca küçümsenmektir. her ankaralı yaşamında en az bir kez, şaire atıfla, ankara’nın en çok “istanbul’a dönüşünün sevildiğini” işitmiştir. istanbullu bu cümleyi, insan evladının mizah duygusunda zirve noktası edasıyla aktarır ki pek acıklıdır. bir de, “o şehirde nasıl yaşıyorsunuz?” sorusu. kimi istanbullu, istanbul’da yaşamayan dünyalının ve özellikle ankaralının mütemadiyen gözyaşı döktüğü varsayımıyla geçirir yaşamını; diğerleri için kederlenir. oysa yıllar önce bu dünyadan göçen türk filmlerinin unutulmaz “tuvaletçi kadın”ı istanbul’da geçen ömrünün son yıllarında kendisiyle yapılan söyleşide, “mutlu musunuz?” sorusunu ne güzel yanıtlamıştı. mealen; “eğer hayat buysa, kabulüm; ama başka bir yerde başka bir hayat ve mutluluk varsa oraya gitmek isterdim” demişti; mutlu olmayı, mekândan soyutlayıp koşullarla açıklamaya çalışırken. mekân değerli elbet ama çoğu zaman bir yeri anlamlı hale getiren orada geçirilen zamanın içeriği. bir insan yaşadığı şehri neden sever ya da hiç sevmez? ya da neden kimi insan sevip sevmediği üzerine bir an düşünmeden geçirir koca yaşamı? bir denizin kenarında, tarihi bir çeşmeye yaslanıp martı seyretmek tek başına yeterli olur mu sevmek için? insan sevgiyi yaşar, yoksun kaldığında özlem duyarken, ne diye bir başka mekân küçümsenir ve o özlem küçük düşürülür. bir yeri sevmenin hazzı, başka bir yeri sevmemekte midir? güzelim istanbul’un güzelliği niçin bu kadar sık hatırlatılır? siz hiç sıklıkla “ne kadar akıllı ve iyi bir insan” olduğu söylenen “akıllı ve iyi bir insan”a rastladınız mı? bu görgüsüzlük istanbul’a reva mıdır?

behzat ç.’de, hem behzat hem de diğer dizi karakterleri ankara’nın kendisi. ankara’da yaşıyor olmaktan hoşnutlar; çirkinler, savruklar, kaba sabalar ama aynı zamanda iyi insanlar ve hatta behzat, pek farkında olmasa da “biraz” solcu. polise benziyorlar. istanbul’dakiler gibi üçgen vücutlu değiller, yakaladıklarına haklarını okumuyorlar; ne de olsa kültür başkenti’nde yaşamıyorlar ve mecbur kalmadıkça ab’ye uyumlu değiller. eğer siyasi büroda çalışıyor olsalardı bu adamlar, midemiz bulanacaktı hiç kuşku yok; neyse ki “cinayette”ler. kimi gecekonduda; behzat gecekondu benzeri salaş bir dairede yaşıyor. yüzleri pudralanmamış, kıyafetleri de en az kendileri kadar çirkin, sıradan. birbirlerini seviyorlar ama kabalıklarından ödün vermeden. görüntü geçişlerinde gösterilen, ulus, kızılay, çirkin atakule. kız kulesi ya da ayasofya manzarası gözüne sokulmayınca seyredenin, geriye kişileri “görmek” kalıyor haliyle. istanbul dizilerindeki gibi şehrin tüm yoksulları deniz kenarında çay kahve içip arnavutköy, balat kıyısında buluşmuyor; yoksullar, yoksula benziyor ve öyle yaşıyor. belli ki yedi tepeli şehrin yönetmen ve senaristleri istanbul’un taşlıtarlası’ndan, habipleri’nden, sultanbeylisi’nden bihaber. ya da haliç’in yalnızca kenarını görmüş ama yan sokaklarına sapmamışlar; belki de yan sokaklar para etmiyor. yine de haksızlık etmeyelim ama; santraistanbul var artık, alibeyköy kıyısını da biliyorlar! oysa behzat, dışlanmışlığın kendisi ve sorunlarına, hırçınlığına, küfürbazlığına, çirkinliğine rağmen, inatla iyi adam. uyandırdığı kızgınlığın hemen ardından hüznü de yaşatıyor insana; eninde sonunda sevdiriyor kendisini, ankara gibi. gökçek’in oynasın diye oğluna aldığı takımı değil, alkaralar’ı seçmiş taraftarlık için. hiç tanımadığı bir odtü’lü öğrencinin yanında yaşamasına izin veriyor ve üstelik soru bile sormadan, koruyup kolluyor; pavyonda şarkı söyleyeni kolladığı gibi. uzun repliklere, ağdalı sözlere tenezzül etmediği gibi kendini beğendirme kaygısı da yok; ister sev ister sevme, umurunda değil. ama bahar’ı seviyor ve onunla mutsuzluğa razı, sevdiğini de mutsuz etmeye. poz yapmıyor; sürekli kendisini anlatmıyor başkalarına, acılarından söz etmiyor. her ne yaşıyorsa, biz onun yüzündeki çizgiden, bira şişesini tutuşundan ya da pek nadir utangaç gülümsemesinden anlıyoruz; uzun uzun anlatıp bizi sıkmıyor, kendisiyle meşgul etmiyor insanları. bu yüzden de herkes onunla meşgul olmanın kıymetini biliyor; behzat’ın değeri, kibirlenecek bir şeyi olmamasında.

behzat ç., ankara’nın ta kendisi. çirkinliğiyle, sertliğiyle, hırçınlığıyla, griliğiyle, kollayıcılığıyla, mahcubiyeti ve içtenliğiyle. sev ya da sevme, ama her ne hissedersen hisset adam gibi yaşa diyor seyredenine; başkasına yük olmadan, ağlayıp zırlamadan, şikâyet etmeden. çirkinsen çirkinliğini bil, o çirkinliği sevmeyi öğren; mutlu olur ya da olmazsın, şart değil. varsın boğaz olmasın, bir iki siluetten mahrum kal; rakını da o güzelim asmalımescit’in yeni nesil zontalarıyla içmeyiver. anı biriktirmek için kız kulesi şart mıdır? “değil” diyor; ağırbaşlı, serseri, kederli ve içten behzat! yahya kemâl’e yüz vermiyor; yenişehir’de sıcak bir öğle üzeri geçirilen zamanın kıymetini bilenlerden. ankaralı gibi."