26.2.13

‎"batı öykünmeciliği" eleştirisi bugün biraz evrensel estetiğin ve değerlerin alttan alta çürütülmesinden keyif alan bir çıkarcılığa mı dönüştü acaba? bu hafta sonu hilal-i ahmer meydanına, bugünkü ismiyle kızılay meydanına uğrayın ve kararı siz verin derim...

31.5.11

Yeni Bir Kitap: Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir Ankara’nın Mekânları Zamanları İnsanları

Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir
Ankara’nın Mekânları Zamanları İnsanları
Güven Tunç
Dipnot Yayınları

Bir zamanların Ankara’sının hikâyesi; öncesinde Ulus’un, Hisar’ın, Anafartalar Caddesi’nin, Samanpazarı’nın, Dörtyol ve Cebeci’nin sonrasında Sıhhiye’nin, Yenişehir’in, Kızılay’ın en sonunda da Yenimahalle’nin Kavaklıdere’nin ve Cinnah’ın hikâyesi…

Palabıyığın Meyhanesi, Arnavudun Lokantası, Kürdün Mey­hanesi, Acemin Bahçesi, Madamın Yeri gibi isimler bugün kimlere tanıdık geliyor?

Hamiyet’in, Samanpazarı Esenpark’da mikrofonu bırakıp şarkıya asılmasını ve Sıhhiye’deki insanların nasıl bir duygu yoğunluğu içinde durup bu sese kulak kesilmesini hayal ede­biliyor muyuz?

O zamanlar Ankara; akasyalar ve sinemalar demek. Küçücük bir bölgeye kaç sinema sığar?

Yıldırım Beyazıt Meydanı’nda Emek, Atlas ve Nur; Çalışkan­lar’ın Samsun Asfaltı’na bakan yönünde Sefa; Aydınlıkevler’de Cici ve Doğan; Kavacık Subayevleri’ndeki Çamlık’ta Erdem; Dışkapı’da Yaman; Yenidoğan’da Zafer ve Yüksel sinemaları yer alıyor. Bu sinemalarda ayrıca konserler de düzenleniyor.

Hatay Sokak çok güzel bir sokak. Mimar Kemal İlkokulu’ndan başlayıp Selanik Caddesi’nin köşesinde biten bu kısacık so­kaktan, Türk edebiyatı ve sanatına damgasını vuracak kaç sanatçı çıkabilir?

Ankara’nın hikâyesi bu…

İçinde; çevresinde piknik yapılan, balık tutulan, kıyılarında kuş seslerinin dinmediği o güzel derelerin yer aldığı bir şehrin hikâyesi…

http://www.dipnotkitap.com/index.php?option=com_content&view=article&id=115:bir-ask-bir-hayat-bir-sehir-ankaranin-mekanlari-zamanlari-insanlari-gu-ven-tunc&catid=2:son-cikanlar&Itemid=13

21.2.11

behzat ç., ankara’dır

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Murat Sevinç'ten nefis bir Behzat Ç.-Ankara yazısı...

behzat bahar’a evlilik teklif etmiş, bahar düşünmek için süre istemişti. düşündü ve kabul etmedi; “mutsuz oluruz” dedi. behzat, bahar’a bakıp “mutlu olunacak diye bir kural yok ki, biz de mutsuz olalım; olmaz mı?” diyerek yanıtladı. mekân, gençlik parkı’ydı. türkiye dizilerinde karşılaşmaya pek de alışmadığımız düzeyde bir diyalogdu bu. emrah serbes’in romanlarından uyarlanan ankara polisiyesi behzat ç., ankara’da çekildiği için tanık olduk. istanbul’da çekilseydi dizi; bahar o yanıtı verirdi de er kişiden duyamazdık cemal süreya dizelerini hatırlatan sözleri. yaklaşık yirmi hafta, dehşetli dramatik oyunculukla, anlamsız sözler sarf edip defalarca sahilde buluşur ve her birinde birbirlerini yeniden yanlış anlayıp yeni, uzun, saçma ve sıkıcı hale dönüştürürlerdi hikâyeyi. behzat ç’de olmadı; malum, cemal süreya da ankara’dan geçmişti! 1980’den sonra bir dönem dışında, kendisini hiç sevmeyen yönetimlerin elinde acı çeken ankara’nın ve ankaralının kaderi, istanbul’da yaşayanlarca küçümsenmektir. her ankaralı yaşamında en az bir kez, şaire atıfla, ankara’nın en çok “istanbul’a dönüşünün sevildiğini” işitmiştir. istanbullu bu cümleyi, insan evladının mizah duygusunda zirve noktası edasıyla aktarır ki pek acıklıdır. bir de, “o şehirde nasıl yaşıyorsunuz?” sorusu. kimi istanbullu, istanbul’da yaşamayan dünyalının ve özellikle ankaralının mütemadiyen gözyaşı döktüğü varsayımıyla geçirir yaşamını; diğerleri için kederlenir. oysa yıllar önce bu dünyadan göçen türk filmlerinin unutulmaz “tuvaletçi kadın”ı istanbul’da geçen ömrünün son yıllarında kendisiyle yapılan söyleşide, “mutlu musunuz?” sorusunu ne güzel yanıtlamıştı. mealen; “eğer hayat buysa, kabulüm; ama başka bir yerde başka bir hayat ve mutluluk varsa oraya gitmek isterdim” demişti; mutlu olmayı, mekândan soyutlayıp koşullarla açıklamaya çalışırken. mekân değerli elbet ama çoğu zaman bir yeri anlamlı hale getiren orada geçirilen zamanın içeriği. bir insan yaşadığı şehri neden sever ya da hiç sevmez? ya da neden kimi insan sevip sevmediği üzerine bir an düşünmeden geçirir koca yaşamı? bir denizin kenarında, tarihi bir çeşmeye yaslanıp martı seyretmek tek başına yeterli olur mu sevmek için? insan sevgiyi yaşar, yoksun kaldığında özlem duyarken, ne diye bir başka mekân küçümsenir ve o özlem küçük düşürülür. bir yeri sevmenin hazzı, başka bir yeri sevmemekte midir? güzelim istanbul’un güzelliği niçin bu kadar sık hatırlatılır? siz hiç sıklıkla “ne kadar akıllı ve iyi bir insan” olduğu söylenen “akıllı ve iyi bir insan”a rastladınız mı? bu görgüsüzlük istanbul’a reva mıdır?

behzat ç.’de, hem behzat hem de diğer dizi karakterleri ankara’nın kendisi. ankara’da yaşıyor olmaktan hoşnutlar; çirkinler, savruklar, kaba sabalar ama aynı zamanda iyi insanlar ve hatta behzat, pek farkında olmasa da “biraz” solcu. polise benziyorlar. istanbul’dakiler gibi üçgen vücutlu değiller, yakaladıklarına haklarını okumuyorlar; ne de olsa kültür başkenti’nde yaşamıyorlar ve mecbur kalmadıkça ab’ye uyumlu değiller. eğer siyasi büroda çalışıyor olsalardı bu adamlar, midemiz bulanacaktı hiç kuşku yok; neyse ki “cinayette”ler. kimi gecekonduda; behzat gecekondu benzeri salaş bir dairede yaşıyor. yüzleri pudralanmamış, kıyafetleri de en az kendileri kadar çirkin, sıradan. birbirlerini seviyorlar ama kabalıklarından ödün vermeden. görüntü geçişlerinde gösterilen, ulus, kızılay, çirkin atakule. kız kulesi ya da ayasofya manzarası gözüne sokulmayınca seyredenin, geriye kişileri “görmek” kalıyor haliyle. istanbul dizilerindeki gibi şehrin tüm yoksulları deniz kenarında çay kahve içip arnavutköy, balat kıyısında buluşmuyor; yoksullar, yoksula benziyor ve öyle yaşıyor. belli ki yedi tepeli şehrin yönetmen ve senaristleri istanbul’un taşlıtarlası’ndan, habipleri’nden, sultanbeylisi’nden bihaber. ya da haliç’in yalnızca kenarını görmüş ama yan sokaklarına sapmamışlar; belki de yan sokaklar para etmiyor. yine de haksızlık etmeyelim ama; santraistanbul var artık, alibeyköy kıyısını da biliyorlar! oysa behzat, dışlanmışlığın kendisi ve sorunlarına, hırçınlığına, küfürbazlığına, çirkinliğine rağmen, inatla iyi adam. uyandırdığı kızgınlığın hemen ardından hüznü de yaşatıyor insana; eninde sonunda sevdiriyor kendisini, ankara gibi. gökçek’in oynasın diye oğluna aldığı takımı değil, alkaralar’ı seçmiş taraftarlık için. hiç tanımadığı bir odtü’lü öğrencinin yanında yaşamasına izin veriyor ve üstelik soru bile sormadan, koruyup kolluyor; pavyonda şarkı söyleyeni kolladığı gibi. uzun repliklere, ağdalı sözlere tenezzül etmediği gibi kendini beğendirme kaygısı da yok; ister sev ister sevme, umurunda değil. ama bahar’ı seviyor ve onunla mutsuzluğa razı, sevdiğini de mutsuz etmeye. poz yapmıyor; sürekli kendisini anlatmıyor başkalarına, acılarından söz etmiyor. her ne yaşıyorsa, biz onun yüzündeki çizgiden, bira şişesini tutuşundan ya da pek nadir utangaç gülümsemesinden anlıyoruz; uzun uzun anlatıp bizi sıkmıyor, kendisiyle meşgul etmiyor insanları. bu yüzden de herkes onunla meşgul olmanın kıymetini biliyor; behzat’ın değeri, kibirlenecek bir şeyi olmamasında.

behzat ç., ankara’nın ta kendisi. çirkinliğiyle, sertliğiyle, hırçınlığıyla, griliğiyle, kollayıcılığıyla, mahcubiyeti ve içtenliğiyle. sev ya da sevme, ama her ne hissedersen hisset adam gibi yaşa diyor seyredenine; başkasına yük olmadan, ağlayıp zırlamadan, şikâyet etmeden. çirkinsen çirkinliğini bil, o çirkinliği sevmeyi öğren; mutlu olur ya da olmazsın, şart değil. varsın boğaz olmasın, bir iki siluetten mahrum kal; rakını da o güzelim asmalımescit’in yeni nesil zontalarıyla içmeyiver. anı biriktirmek için kız kulesi şart mıdır? “değil” diyor; ağırbaşlı, serseri, kederli ve içten behzat! yahya kemâl’e yüz vermiyor; yenişehir’de sıcak bir öğle üzeri geçirilen zamanın kıymetini bilenlerden. ankaralı gibi."

12.10.10

Ankara'da güzel bir gün?..

Ankara'da soğuk da olsa, bir sonbahar günü, güneşin insan bedenini yakaladığı bir yerden ısıtması bir günün güzel olması için yeterlidir. Ankara'da bir sonbahar günü, eski bir dostla içilen bir çay, karşılıklı tüttürülen bir sabah sigarası ve ağzından buharlar çıka çıka konuşmak, o günün güzel olabilmesi, en azından başlaması için kafidir... Ankara'da bir sonbahar akşamüstünde, dökülen yapraklara basa basa Kızılay'a yürüyüp, Konur'da bir çay içmek belki en alışılmışı; ama ne bileyim keyifli ve eve fena da göndermez insanı. Eski bir dostla bir cumartesi öğleden sonrasında bir kitapçının önünde buluşup sokakları ve sahafları gezip, sonra oturup içmenin zevki bir başkadır...

28.9.10

Ankara: Eski Sevgili

Bu kadar çok “eski sevgilisi” olan bir şehir var mıdır? Bu kadar çok terk edeni olan…

Eski sevgililerinin haline bu kadar üzüldüğü bir şehir var mıdır?

1960’larda, ‘70’lerde, ‘80’lerde, ‘90’larda Ankara’da çocukluğunu, gençliğini, öğrenciliğini geçirip, sonra ‘gidenler’: mecburiyetten, tayinden veya eş durumundan veya maişet motorunu döndürebilmek için, yahut Ankara artık onları ‘tutamadığı’ için, Ankara bıktırdığı, yıldırdığı, bunalttığı, küstürdüğü için gitmiş olanlar… yolları yine Ankara’ya düştüğünde, eski sevgiliyi görme hevesi duyarlardı - yakın zamana kadar. Ankara havası solumak, hatıralarının mekânlarına değmek, hoşlarına giderdi.

Neydi ki Ankara’yı “güzel” yapan? Kendine özenmesiydi; Ankara’da yaşayanların birbirlerine, ilişkilerine özenmesi ve şehri ‘kendilerine benzetmeleri’ idi. Başta İstanbullular, başkalarının zalim bir alayla söylediği gibi, denizi olmayan bu gri şehri güzel yapabilmek için hususi emek isterdi ve Ankaralılar bu emeği sarf ettiği için Ankara güzeldi. Apartmanlar arasındaki beş metrekare aralıkta üç saksı çiçekle bir nefeslik bahçe yaratmak gibi, zevkli bir masa örtüsü, duvarda bir resimcikle ve tabii ferah dost sohbetiyle dört duvar arasını şenlendirmek gibi… Bir yaya şehri olması mesela Ankara’nın, tam böyle bir güzellikti. Uzun yürüyüşlerin şehriydi burası, lâflaya lâflaya yürümenin, konuşup görüşmenin, toplanmaların, buluşmaların şehri. Buluşmaları, toplanmaları, sohbet yürüyüşlerini kolaylaştıran, neşesini bunla bulup yanakları al al olan bir şehir. Hem çelebi bir taşralılığı taşıyan hem asgarî dünya şehri konforlarını sunan bir küçük büyükşehir…

Eski sevgilileri, yolları Ankara’ya düştüğünde, uzaklaşan gençliklerinin saf coşkusunu bulurlardı hâlâ bir parça.

Epeydir, öyle değil. “Kötü yaşlanmış”, kendini koyvermiş, inceliklerini kaybetmiş bir eski sevgili görüyorlar karşılarında. Otopark sorunu var diye Kızılay’a, kitapçılara, eşe dosta uğramaz olmuş, alt-üst geçitlere bata çıka alışveriş merkezlerine seğirten, asabi, hoyrat adamlar-kadınlar suretinde bir ‘yer’… Şehri yönetenlerin en büyük ülküsü transit geçişleri hızlandırmak oldukça, giderek, insanın tümüyle transit geçmek isteyeceği bir yere dönüşüyor…

Böyle böyle, en yakınındakilerin, hatta hayat arkadaşının, ancak ‘katlandığı’ bir şehir oluyor Ankara. Terk etmeyenlerin de eski sevgilisi…

Tanıl Bora

2.7.10

Büyük öğrenci evinden Gökçekkent’e...

İstanbul kökenli bir Ankaralı olarak, acıyan bakışlarla karşılaşmaya alışığım. Her köşesinde devletin hazır ve nazır olduğu, bürokrat, siyaset çamuruna bulanmış, renksiz, denizsiz Ankara’ya nasıl tahammül edilebildiğine sadece İstanbulluların değil birçoklarının aklı ermez. Oysa hiç tahammül falan demeyelim, Ankara’nın insanlarını buraya can-ı gönülden rapteden bir cazibesi vardı pekâlâ. İlk söyleyeceğim: Bir küçük-büyükşehir cazibesi. Büyükşehir konforlarını küçük ölçekte sunan bir şehir. Her yerden her yere çok vakit kaybetmeden gidilebilen, derli toplu... Kızılay’da ‘herkese’ rastlayabileceğiniz kadar küçük ve samimi, mahremiyete izin verecek kadar büyük ve anonim. Dozu ayarlanmış metropol telaşı; hafakan bastırmayan taşra sıcaklığı.

Memur ve öğrenci şehri denir ya buraya... Bürokratın soğukluğunun ve dar kafalılığının mekândaki izdüşümü gibi görülür ya... Banaysa Ankara’nın öğrenci kimliği daha baskın görünür. Ankara’da hayatın enerji kaynağının, üniversite öğrencilerinin hayat tarzı olduğunu, dahası bu hayatın dokusunu onların oluşturduğunu düşünürüm. Uzun ev sohbetleri, hararetli tartışmalar, birbirine zaman ayırmak... Derin dostluklar, sadakat duygusu... Ankaralı, aşkını en çok birbirinden çıkarır. Çünkü insanlar birbirlerine çok düşerler. Belki, Ankara’yı karalarken hep söylendiği gibi, yapacak başka şey olmadığındandır. Varsın öyle olsun. Kısacası, talebe romantizmi Ankara’da daha uzun sürer.


Ankara’ya atfedilen ‘aşırı’ siyasilikte de, sadece devletlû siyaset esnafının dünyasını görmemek lâzım. Öğrenci milletinin siyasi heyecanının verdiği rengi unutmamalı. Ankara’yı pejmürdeliği, sadeliği ve ‘dostluğuyla’ (Ankaralı has yazarın, Barış Bıçakçı’nın ‘Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’sini anıyorum) kocaman bir öğrenci evi gibi tahayyül etmek, biliyorum, tabii ki Ankara’nın sadece bir yüzünü anlatıyor. Ama muhtelif çehreleri arasında böyle bir çehresi de var pekâlâ. Üstelik, bu çehrenin, 1960’lar ve 70’lerden, 80’lere dek şehre damgasını vuran bir hegemonyası olduğunu düşünüyorum. Söyleyeceklerime geçmiş zaman kipinde başlamıştım; şu üç buçuk paragrafa sığdırdığım Ankara şehrengizi, o vakitlere aittir.

Zamanımızın Ankara’sında da bu şehrengizin hayaletine rastlayabilirsiniz ama şehre damgasını vuran, artık başka bir ruhtur. Ankara’yı taşralaştıran, pahalılaştıran, görgüsüzleştiren, agresifleştiren, ciddi bir beyin göçünü tetikleyen bir ruh. Ankara, köprülü kavşaklar ve alt-üst geçitlerle yayalara karşı bir iç savaş yürüten ve kamusal olmaktan gitgide uzaklaşan kamusal alanlarıyla, ‘bin kişiye düşen metrekare’ hesabıyla Avrupa’da ‘şampiyon’ olan alışveriş merkezleri ve bunları birbirine bağlayan şehir içi otoyolların hükmü altında, lime lime edilmiş bir uydu-kentler federasyonu veya bizzat devasa bir uydu-kenttir. ‘Gökçekkent’ diyelim biz ona. Allah muhafaza, sakın ‘Gökçekkent-1’ olmasın?

Tanıl Bora

17.3.10

GENÇLİK PARKI


Bütün sokakları bu kentin Gençlik Parkı'na açılır
Bir sevgi ilkyaz sıcaklığında
Bir türkü yükselir uygarlıktan yana
Halktan yana emekten yana bilimden yana
Alır karamsarlığımızı götürür
Mavilikte açılır tomurcuk
Bir halı dokunur yurt güzelliğinde
Geleceğin yollarına serilir
Genç dediğin boy atmalı özgürlüğe doğru
Büyümeli yılların kısırlığında böyle dik
Gün ışırken yerini almalı en önde
Gençlik Parkı'nda coşkudan bayrak çekilmeli

Nerdensiniz yitik umutlarım hangi çıkmazda
Katılın bu aydınca şenliğe korkusuz
Tükenmiş yalanı tutsak bilimin
Susmuş ayakların sünepe ezgileri
Bütün atılımlar gerçekten yana uyumlu
Gökyüzü kızarmış gençlik ateşinden
Evrene kardeşlik getirmeli bilim dediğin
Yücelik getirmeli halkımıza mutluluk getirmeli
Çözmeli kişiyi paslı zincirinden

İşte beklediğin düş gözlerinin önünde
Uysun adımların çağının gidişine
Uysun adımların çağrısına gerçeklerin
Başının içinde ilkyaz bulutu
Altın toprak üstün yaprak
Gençlik Parkı'ndasın


(1968)
Karakılçık adlı şiir kitabından 1969
Bütün Şiirleri 1927-1991(Çınar Yayınları)

Rıfat ILGAZ